Yağmur Yağar Taş Üstüne
Lavanta çayımı yudumlarken, maneviyat defterime göz atıyorum. Evet, benim bir maneviyat defterim var. Manevi, manaya dair olan demekmiş. Yani aslında bu hayat, kendimiz, düsüncelerimiz, hafızamızdakiler.. "Gerçek anlamda içinde yaşadığımız dünyadır manevi alan."
Ben'i ben yapan şeyler iç içe geçmiş gibi. Adım, beni çağırmak için verilen bir işaret; ama o sadece bir kabuk. İşim, topluma nasıl katkı sunduğum ama bazen sadece bir rol. Hobilerim, zevklerim, beni anlatır ama benim tamamım değil gibi. Anılarım, duygularım, seçimlerim, travmalarım, hayallerim—hepsi "ben"e dokunur ama "ben" yine de bunların toplamından fazlası gibi. Belki de “ben”, sadece sabit bir şey değil de, zamanla örülen bir hikâye.
Tatmin: dinme, sakinleşme, huzur demekmiş. Seni eksik hissettirmeyen şeyler. Peşinden koştuğun şeyler, seni tamamlasın diye. (Bak geldi yine tamamlanma isteği). Benimle örtüşüyor dediğimiz seyler. Kalktım sandalyemden, cam kenarında "öylece duran" bitkilerimin yanina gittim. Sabırla büyüttüm mü onları bilmiyorum ama ihtiyaçları olduğunu düşündüğüm an, elimden geleni yaptım. Arada selam verdim, şarkılar söyledim, büyümelerini seyrettim. Kendi hallerine bıraktım çoğu zaman. Onlar bana kendimi "evde" hissettiriyorlar. Tam hissetme güzel şey tabi dedim ama belki de gerçek "ev hissi", kendimizi her zaman tamamlamaya çalışmaktan değil, o eksik, o açık haliyle severek izleyebilmekten doğuyordur ??
Bir yola çıktığında, adımlarına kendi hayallerini, sorularını eklersen, o yol artık haritadaki bir çizgi değil, senden bir parça olur. Kendileştirmek demek, yaşadığın her şeyi senin baktığın açıdan canlandırmak demek bir bakıma. İçine ruhundan bir parça katmak demek. Ve bu dünya üzerinde bıraktığımız iz, o bizden katılan parçalarla şekilleniyor. Yoksa, günler geçer, işler biter, yollar yürünür... ama iz kalır mı bilmem. Ha şöyle bir soru geldi aklıma şimdi. İnsan iz bırakmak zorunda mı ki? Nereden geliyor bu iz bırakma isteği hakikaten ?Insan çevredeki sonsuz uyaranı işleyebilmek için örüntü tanıma yeteneğini geliştiriyor. Yani, bir yerde belirli bir işaret görüp "Burada su vardır" diyebilmek doğrudan hayatta kalma avantajı sağlıyor tabi. Doğada belirsizlik tehlike. Bilmediğin bir ses, potansiyel avci. Bilinmezliği azaltmak için olaylara anlam yüklemeye başlıyor. Yani anlam üretmek, belirsizlik karşısında zihinsel güvenlik sağlıyor. Anlam ortaklaşa paylaşılınca, grubu bir arada tutuyor. Kendini bir grubun parçası hissetmek eşittir hayatta kalma şansını artırmak. Dolayısıyla, bireysel anlam arayışı zamanla kolektif anlam üretme sürecine dönüşüyor. İnsan, ölümün farkında olan tek canlılardan biri. Bu bilgi ne büyük bir ağırlık(?). Ve bu ağırlığı taşıyabilmek için, hayatına bir sebep, bir hikâye bulmaya çalışması peki? Anlam üretmek, insan beyninin dünyada güvenlik, yön bulma ve aidiyet oluşturmak için geliştirdiği çok temel bir yetenekmiş meğer.
Hücre bölünür, çoğalır, bir şey olmak ister. İnsan doğar, dünyaya eksik gelir; öğrenmeye, sevmeye, büyümeye ihtiyaç duyar. Bir yaprak ışığa yönelir, çünkü içinde bir ihtiyaç, bir eksiklik vardır. Ve bu eksiklik, bir çekim yaratır; bir hareket, bir yönelim... Sanki her şey, içindeki eksik parçayı bulmaya, tamamlanmaya çalışıyormuş gibi. Ama tamamlanma, hiçbir zaman donuk bir son hali değil aslında; daha çok bir akıntı, bir devinim, bir ahenk...
İşte bu bütünlük duygusuna eski metinler "kemal" diyor. Eksiksiz olmak değil; eksiklerin, yaraların, umutların ve kayıpların da kendi yerlerinde olduğu bir bütünlük. Eksiklerin de kutsal olduğu bir ahenk bulmak.
Kemale ermek/ulasmak degil de, Kemal icinde akmak desek nasıl olur ? Bir ağacın amacı "kusursuz bir ağaç" olmak değil. (Bildiklerimize dayanarak söylersek ) O sadece her mevsimde, her yağmurda, her fırtınada ağaç olmaya devam ediyor. Büyür, bazen bir dalı kırılır, bazen kurur, bazen meyve verir. Ve yıllar sonra insanlar onun gövdesine bakıp, "Ne ulu bir ağaç!" derler. Ama o, ulu olmak için değil; sadece yaşamak için oradadır. Sanırım kemale ermekte biraz böyle. Bir "başarı hedefi" değil; bir yaşanmışlık izi. Bir gün dönüp baktığında,
"sancılarım, eksiklerim, sevinçlerim hep bir araya gelmiş ve beni ben yapmış" diyebilmek gibi.
Vay dili dili, kuş dili dili.
Mevlam kulu sevdim seni.
Sevgiyle dostlarım, dilerim hep sevgi ile.
Yorumlar
Yorum Gönder